Diyarbakırlıymış (Bu Bir Mizah Yazısıdır.)

Burak Bayık

Diyarbakırlıymış

Hayatımda yeniliklere çok açık olmadığım bir dönemden çıkıp; olanca alışkanlıklarımı, düşüncelerimi ön kabullerden kurtarma gayretindeydim. Bunlardan en büyük olanlarından biri; üniversiteye yeni başladığım zamanlarda kaldığım devlet yurduna, bu ülkeye ait farklı etnik gruptan insanlarla tanışma fırsatını elde etmiş olmaktı. Bu ilk deneyim; aynı odayı paylaşmak zorunda kalacağım Kürt bir arkadaşımla başladı. Odaya kulağında telefonla “kral” olarak hitap ettiği biriyle konuşarak giriş yapmış, devamında o gün için isimlerimiz ve nereli olduğumuza dair küçük bir tanışma merasimimiz olmuştu. Odamıza gelişinin ilk haftalarında  ortak sorunlardan, adaptasyon problemlerinden bahsediyor, genel hatlarıyla futbol üzerine konuşuyorduk. Her ne kadar yeni gelen arkadaşımızın kurduğu cümlelerin yapısı, vurgusu, tonlaması ve ağzı farklı olsa da birbirimizi anlamaya başlamış, başlarda soru eklerini kullanmayışını garipsesem de, daha sonraları bunu masum bulmuştum. Mesela bir gün çalışma masamda bir şeylerle ilgilenirken yatağından bana doğru “benim kulaklık ordadır?” diyerek seslendi. Neyse ki bu cümlenin ne anlama geldiğini anlayabilecek kadar Kürt-Türkçe’sini hızlı kavramıştım. Masanın üzerinde ki kulaklığı ona uzattım. Bu hoşuna gitmişti.


O günlerde; 18-19 yaşına kadar hemen hemen hiçbir farklı etnik gruptan biriyle tanışmamış bir şeklide, izole büyüdüğümü fark etmiştim ve olanca bilgilerim de, dejenere olmuşa benziyordu. Ben o zamana kadar Kürtleri; inşaat sektöründeki işçi açığını kapatmak için kurulmuş perakende bir şirket sanıyordum. Çünkü babam inşaat sektöründe işçi bulmakla uğraşan, yeri geldiğinde ustalık da yapan biriydi. Ve benim Kürtlere dair evde maruz kaldığım şeyler; çoğunlukla babamın telefondan “yok muymuş, tamam Kürtlerden buluruz, ayarlarız abi Kürtlerde vardır” şeklinde konuşmalara şahit olmaktı.


İlk bir ay yukarıda bahsettiğim konuşmalarla geçtikten sonra benim Türkler ile Kürtlerin ilk defa ayrı olabileceğini fark ettiğim an, o arkadaşımın Dünya Kupası öncesi elemelerde, kura çekimi sonrası Türkiye- Portekiz eşleşmesini “size de Portekiz çıkmış, işiniz zor valla” şeklinde demesiyle başlamıştı. Benim masum beynim ilk duyduğunda bu sözcükleri ayırt edememiş, “siz, biz, onlar” şeklinde nasıl bir kategori yapacağını bilememişti. Çünkü o güne kadar Türkiye milli futbol takımının maçları hakkında tanık olduğum cümlelerin öznesi hep “biz” üzerine kuruluydu. Alışık olmadığım bu yeni düzenleme için kendime zaman tanımalıydım. Anlaşılan bu ülke de doğan her birey kendi etnik kimliği hakkında “Türk” ibaresini koymuyordu. Halbuki biz yeterince çay içen herkesi Türk olarak sınıflandırabilecek kadar sahiplenici bir toplumduk.


Zaman geçtikçe yaptığımız ortak aktivitelerin sayısı artıyordu. Eğlenceli ve çekişmeli geçen bu aktivitelerden birinde, bana İbrahim diye seslendi. İlk başta anlayamadıktan sonra bana o güne kadar ismimle hiç seslenmediğini fark ettim. Hemen düzelterek ismimin farklı olduğunu ona söyledim. Bana hayretle bakarak, ona tanıştığımız gün ismimi İbrahim olarak söylediğimi söyledi. Birkaç kez düzelttikten sonra sol üstte büyük ve kalın  puntolarla T.C yazan kimliğimden ismimi göstermek zorunda kalmıştım. Hala bunu reddediyor, zihnindeki benim adımı İbrahim olarak söylediğim senaryoyu bana hatırlatıyordu. Ben de o senaryo doğru olsa bile şu an böyle olmadığını, ismimin farklı olduğunu ifade ettim. O gün için bu konuda anlaşamayacağımızı “yav sen yalan söylüyorsen” şeklinde sitem etmesiyle anlamıştım. Her ne kadar o dönemler çoğu şeye karşı skeptik tavır sergilesem de, ismimden baya emindim. İlerleyen günlerde bana hala İbrahim diye seslenmesine çok aldırmadım. Belli ki adapte olmaya çalıştığı bu batı şehrinde birine farklı bir isimle seslenerek dalga geçmeye ihtiyacı vardı. Bu tutumu bir süre daha devam ettirdi ve samimiyetimiz arttıkça bana “İbo” diye seslenmeye başladı. Artık bu konu geri döndüremeyeceğimiz raddeye geldiğini o gün anlamıştım. Beni çileden çıkaran bu durum karşısında acaba ismimin Kürtçe Karşılığı İbrahim’mi diye düşünmeye başladım. Ki içinde “j” geçmediği için bu ihtimal çabuk sönmüştü.


Yurt günlerinde ki ikinci ayımıza geldiğimizde, samimiyetimiz ölçüsünde 3 erkek geceleri de konuşmaya başlar olmuştuk. Konu ister istemez tarihe ve siyasete geliyordu. Bu iki konuda özgün yorumum ve verebilecek havalı bir bilgim yoktu. Çünkü Papa’nın, Atilla’nın önünde diz çöktüğünü herkes biliyordu. Bana söz çok düşmese de, Kürt arkadaşımız konu ilerledikçe ses düzeyi ve, “senin yanlışın var” deme sıklığı artıyordu. Yine böyle bir anda bize Selahattin Demirtaş’ın çok iyi bir politikacı olduğundan, Kürtlerin soyunun Persler zamanına kadar dayandığından bahsetti. Bu iki bilgiyi teyit edebilecek bilgim olmadığı için baş sallamakla yetindim. Oda da ki diğer arkadaşım gerilmişe benziyordu. Selahattin Demirtaş’a dair hatırladığım tek şey; eli uzun silahlı, beli uzun şalvarlı abilerle çekilmiş fotoğrafları gözümün önüne geldi. Belli ki “Tek Türkiye” çekimlerini ziyaret etmişti. Persler’inde savaşçı bir toplum olduğunu ve tarih kitaplarında isminin yanında “m.ö” yazdığını hatırlıyordum. Bunun anlamı eski bir toplum olduğu yönündeydi. Yine de emin olamadığım için ortamı yumuşatmak adına onlara Samanyolu’nu izleyip izlemediklerini sordum. O gün için konuyu bu şekilde tatlıya bağlamak, beni sevindirmişti. Teşekkürler Beşinci Boyut Salih.


Einstein’ın; uzay-zamanda ki kırılmaları açıkladığı izafiyet teorisiyle, zamanın göreceli olduğu bilgilerini öğrendiğimden beri, hikayelerdeki kronolojik sıraya pek inanmıyorum. O yüzden rahatlıkla 2 yıl sonrasına gelebilirim. Sahil kenarı, gece 11 sularında, dondurmacının biraz önündeki bankta oturuyorduk. Yine aynı kişiyle tabi. Akşama kadar oldukça yürümüş, birkaç saat yüzmüş, sıcağın altında pişmiş, yüksek yerlere tırmanmış ve sonunda bir yere oturmuştuk. Günün yorgunluğunun da verdiği bir etkiyle (yılların olacağına pek ihtimal vermiyorum) bana “hayat boştur” dedi. Varoluşsal konulara ve Kürt-Türkçesine hakim olan biri olarak bu cümlenin soru ekine, mekan-anlam ilişkisine, özneye ve söyleyen kişiye bakarak tam bir cümle oluşturmaya çalıştım. Bir süredir onun çantasını taşıyor olduğum için eşyaları da bendeydi. Önce çantasını açıp içini biraz karıştırdım. Daha sonra elime dolanan kulaklığını alarak ona uzattım. Bana baktı ve “İbrahim” dedi, “Kral adamsın.”


Şimdi buraya kadar gelmiş değerli okuyucunun zihninde tüm bu anıların sonunda; doğduğumuz aileyi, coğrafyayı veya etnik grubu seçemediğimize ve haliyle hepimizin bir ve insan olduğuna dair birleştirici bir sonla veda etmem gerektiği inancı oluşmuş olabilir, hatta yetersiz ama gerekli sosyal antropolojik bilgimle konuyu kültürel farklılıklardan dem vurarak, etnisitenin kavramlarla bizi ne kadar ayrıştırdığı üzerine birkaç şey söyleyebilirdim. Ama öncelikle kendime toplumsal açıdan birleştirici bir rol biçmek beni gerer. İkinci olarak bunu yaparsam “bir Türk, bir Kürt, bir Ermeni” şeklinde başlayan hikayelerinin komikliğini zedelemiş olurum. O yüzden hazır toplumsal açıdan mesaj vermeme dair bir beklenti oluşmuşken, ben bu hakkımı ülkedeki 35 yaş üstü; Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Çerkes dahil, bütün “Bayram” isimli vatandaşlara her ay destek fonu yatırılmasını öneriyorum. Çünkü Bayram ismini çok gariban buluyorum ve bu maddi desteği kesinlikle hakkediyorlar. Lise de kaldığım yurtta temizlik, tamir, tadilat, asayiş ve pazar günleri izinli olan aşçının yerine yemek yapan Bayram abi, her şey senin için.                                                                                                                                                        

Etiketler

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)