Hayatımda yeniliklere çok açık olmadığım bir dönemden çıkıp;
olanca alışkanlıklarımı, düşüncelerimi ön kabullerden kurtarma gayretindeydim.
Bunlardan en büyük olanlarından biri; üniversiteye yeni başladığım zamanlarda
kaldığım devlet yurduna, bu ülkeye ait farklı etnik gruptan insanlarla tanışma
fırsatını elde etmiş olmaktı. Bu ilk deneyim; aynı odayı paylaşmak zorunda
kalacağım Kürt bir arkadaşımla başladı. Odaya kulağında telefonla “kral” olarak
hitap ettiği biriyle konuşarak giriş yapmış, devamında o gün için isimlerimiz
ve nereli olduğumuza dair küçük bir tanışma merasimimiz olmuştu. Odamıza
gelişinin ilk haftalarında ortak
sorunlardan, adaptasyon problemlerinden bahsediyor, genel hatlarıyla futbol
üzerine konuşuyorduk. Her ne kadar yeni gelen arkadaşımızın kurduğu cümlelerin
yapısı, vurgusu, tonlaması ve ağzı farklı olsa da birbirimizi anlamaya
başlamış, başlarda soru eklerini kullanmayışını garipsesem de, daha sonraları
bunu masum bulmuştum. Mesela bir gün çalışma masamda bir şeylerle ilgilenirken
yatağından bana doğru “benim kulaklık ordadır?” diyerek seslendi. Neyse ki bu
cümlenin ne anlama geldiğini anlayabilecek kadar Kürt-Türkçe’sini hızlı
kavramıştım. Masanın üzerinde ki kulaklığı ona uzattım. Bu hoşuna gitmişti.
O günlerde; 18-19 yaşına kadar hemen hemen hiçbir farklı
etnik gruptan biriyle tanışmamış bir şeklide, izole büyüdüğümü fark etmiştim ve
olanca bilgilerim de, dejenere olmuşa benziyordu. Ben o zamana kadar Kürtleri;
inşaat sektöründeki işçi açığını kapatmak için kurulmuş perakende bir şirket
sanıyordum. Çünkü babam inşaat sektöründe işçi bulmakla uğraşan, yeri
geldiğinde ustalık da yapan biriydi. Ve benim Kürtlere dair evde maruz kaldığım
şeyler; çoğunlukla babamın telefondan “yok muymuş, tamam Kürtlerden buluruz,
ayarlarız abi Kürtlerde vardır” şeklinde konuşmalara şahit olmaktı.
İlk bir ay yukarıda bahsettiğim konuşmalarla geçtikten sonra
benim Türkler ile Kürtlerin ilk defa ayrı olabileceğini fark ettiğim an, o
arkadaşımın Dünya Kupası öncesi elemelerde, kura çekimi sonrası Türkiye-
Portekiz eşleşmesini “size de Portekiz çıkmış, işiniz zor valla” şeklinde
demesiyle başlamıştı. Benim masum beynim ilk duyduğunda bu sözcükleri ayırt
edememiş, “siz, biz, onlar” şeklinde nasıl bir kategori yapacağını bilememişti.
Çünkü o güne kadar Türkiye milli futbol takımının maçları hakkında tanık
olduğum cümlelerin öznesi hep “biz” üzerine kuruluydu. Alışık olmadığım bu yeni
düzenleme için kendime zaman tanımalıydım. Anlaşılan bu ülke de doğan her birey
kendi etnik kimliği hakkında “Türk” ibaresini koymuyordu. Halbuki biz yeterince
çay içen herkesi Türk olarak sınıflandırabilecek kadar sahiplenici bir
toplumduk.
Zaman geçtikçe yaptığımız ortak aktivitelerin sayısı
artıyordu. Eğlenceli ve çekişmeli geçen bu aktivitelerden birinde, bana İbrahim
diye seslendi. İlk başta anlayamadıktan sonra bana o güne kadar ismimle hiç
seslenmediğini fark ettim. Hemen düzelterek ismimin farklı olduğunu ona
söyledim. Bana hayretle bakarak, ona tanıştığımız gün ismimi İbrahim olarak
söylediğimi söyledi. Birkaç kez düzelttikten sonra sol üstte büyük ve
kalın puntolarla T.C yazan kimliğimden
ismimi göstermek zorunda kalmıştım. Hala bunu reddediyor, zihnindeki benim
adımı İbrahim olarak söylediğim senaryoyu bana hatırlatıyordu. Ben de o senaryo
doğru olsa bile şu an böyle olmadığını, ismimin farklı olduğunu ifade ettim. O
gün için bu konuda anlaşamayacağımızı “yav sen yalan söylüyorsen” şeklinde
sitem etmesiyle anlamıştım. Her ne kadar o dönemler çoğu şeye karşı skeptik
tavır sergilesem de, ismimden baya emindim. İlerleyen günlerde bana hala
İbrahim diye seslenmesine çok aldırmadım. Belli ki adapte olmaya çalıştığı bu
batı şehrinde birine farklı bir isimle seslenerek dalga geçmeye ihtiyacı vardı.
Bu tutumu bir süre daha devam ettirdi ve samimiyetimiz arttıkça bana “İbo” diye
seslenmeye başladı. Artık bu konu geri döndüremeyeceğimiz raddeye geldiğini o
gün anlamıştım. Beni çileden çıkaran bu durum karşısında acaba ismimin Kürtçe
Karşılığı İbrahim’mi diye düşünmeye başladım. Ki içinde “j” geçmediği için bu
ihtimal çabuk sönmüştü.
Yurt günlerinde ki ikinci ayımıza geldiğimizde,
samimiyetimiz ölçüsünde 3 erkek geceleri de konuşmaya başlar olmuştuk. Konu
ister istemez tarihe ve siyasete geliyordu. Bu iki konuda özgün yorumum ve
verebilecek havalı bir bilgim yoktu. Çünkü Papa’nın, Atilla’nın önünde diz
çöktüğünü herkes biliyordu. Bana söz çok düşmese de, Kürt arkadaşımız konu
ilerledikçe ses düzeyi ve, “senin yanlışın var” deme sıklığı artıyordu. Yine
böyle bir anda bize Selahattin Demirtaş’ın çok iyi bir politikacı olduğundan, Kürtlerin
soyunun Persler zamanına kadar dayandığından bahsetti. Bu iki bilgiyi teyit
edebilecek bilgim olmadığı için baş sallamakla yetindim. Oda da ki diğer
arkadaşım gerilmişe benziyordu. Selahattin Demirtaş’a dair hatırladığım tek
şey; eli uzun silahlı, beli uzun şalvarlı abilerle çekilmiş fotoğrafları
gözümün önüne geldi. Belli ki “Tek Türkiye” çekimlerini ziyaret etmişti.
Persler’inde savaşçı bir toplum olduğunu ve tarih kitaplarında isminin yanında
“m.ö” yazdığını hatırlıyordum. Bunun anlamı eski bir toplum olduğu yönündeydi.
Yine de emin olamadığım için ortamı yumuşatmak adına onlara Samanyolu’nu izleyip
izlemediklerini sordum. O gün için konuyu bu şekilde tatlıya bağlamak, beni
sevindirmişti. Teşekkürler Beşinci Boyut Salih.
Einstein’ın; uzay-zamanda ki kırılmaları açıkladığı izafiyet
teorisiyle, zamanın göreceli olduğu bilgilerini öğrendiğimden beri,
hikayelerdeki kronolojik sıraya pek inanmıyorum. O yüzden rahatlıkla 2 yıl sonrasına
gelebilirim. Sahil kenarı, gece 11 sularında, dondurmacının biraz önündeki
bankta oturuyorduk. Yine aynı kişiyle tabi. Akşama kadar oldukça yürümüş, birkaç
saat yüzmüş, sıcağın altında pişmiş, yüksek yerlere tırmanmış ve sonunda bir
yere oturmuştuk. Günün yorgunluğunun da verdiği bir etkiyle (yılların olacağına
pek ihtimal vermiyorum) bana “hayat boştur” dedi. Varoluşsal konulara ve
Kürt-Türkçesine hakim olan biri olarak bu cümlenin soru ekine, mekan-anlam
ilişkisine, özneye ve söyleyen kişiye bakarak tam bir cümle oluşturmaya
çalıştım. Bir süredir onun çantasını taşıyor olduğum için eşyaları da bendeydi.
Önce çantasını açıp içini biraz karıştırdım. Daha sonra elime dolanan kulaklığını
alarak ona uzattım. Bana baktı ve “İbrahim” dedi, “Kral adamsın.”
Şimdi buraya kadar gelmiş değerli okuyucunun zihninde tüm bu anıların sonunda; doğduğumuz aileyi, coğrafyayı veya etnik grubu seçemediğimize ve haliyle hepimizin bir ve insan olduğuna dair birleştirici bir sonla veda etmem gerektiği inancı oluşmuş olabilir, hatta yetersiz ama gerekli sosyal antropolojik bilgimle konuyu kültürel farklılıklardan dem vurarak, etnisitenin kavramlarla bizi ne kadar ayrıştırdığı üzerine birkaç şey söyleyebilirdim. Ama öncelikle kendime toplumsal açıdan birleştirici bir rol biçmek beni gerer. İkinci olarak bunu yaparsam “bir Türk, bir Kürt, bir Ermeni” şeklinde başlayan hikayelerinin komikliğini zedelemiş olurum. O yüzden hazır toplumsal açıdan mesaj vermeme dair bir beklenti oluşmuşken, ben bu hakkımı ülkedeki 35 yaş üstü; Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Çerkes dahil, bütün “Bayram” isimli vatandaşlara her ay destek fonu yatırılmasını öneriyorum. Çünkü Bayram ismini çok gariban buluyorum ve bu maddi desteği kesinlikle hakkediyorlar. Lise de kaldığım yurtta temizlik, tamir, tadilat, asayiş ve pazar günleri izinli olan aşçının yerine yemek yapan Bayram abi, her şey senin için.