
Bir okul günü boyunca o gün kaç defa konuştuğumu hesaplardım eve gidince. İlk öğle arasına kadar dudaklarımın birbirinden hiç ayrılmadığını fark eder, ruhumu dar bir kafesin içinde hırpalardım. Olabildiğince. Korkularımı paniğime esir etmiş, birkaç soruyu zihnimde döndürürdüm. “Ben neden konuşmuyorum?” Bu menem sorunun katli çoktur benliğime.
İronik ve o kadar da dramatik tarafı gürültülü bir sınıfın coşkusunu sanki benim suskun tavırlarım, renkli ve ışıltılı dünyasını sanki benim sessizliğimin yarattığı gürültünün, başımın ve bakışlarımın yaslandığı sıranın bile bana bakarak topyekün bir sorunun ve hatanın vecizeleri gibi bana ve içimdeki canavarlara nispet yaparcasına bu seferde bir başkasından gelirdi şu soru; “sen neden konuşmuyorsun?”
Bu soru-nun ve sorun-un ölüm uykusuna yatırmak için kundakladığım benliğimin bir tarafını, kollarımın arasında sıkıştırır, kendimden sakladığım ve başkalarından gizlediğim, güçsüzlüğümün ve çaresizliğin; solgun, bulanık ve kasvetli rüzgarların, başkalarının ağızlarından çıkıp da açılmayan iki dudaklarımın arasından, benim hali hazırda kafamda döndüre döndüre çoktan ısıtıp kaynattığım suların göğsümden karnıma yayılışını izlerdim. Evet ben neden konuşmazdım.
Bu sorunun bir cevabının olmadığını, olamayacağını anlatmak için yazıyorum bu satırları. İnanın bana. İçimde yaşadığım dünyanın halihazırda benim coşkum ve mutluluğum için yeterli olduğunu sandığım köy evinden çıkmanın, gerçekliğime indirdiği darbelerin, bir hamur makinasına atılıp zamanla yetersizlik ekmeğine dönüşmesi benim suçum değildi. Toplumun ve kapitalin inşa ettiği sistemin pohpohladığı atılgan ve konuşkan olamaya dair sanrısı, kendini satmaya, girişkenliğe ve eğitim sisteminin sosyal veya konuşkan olmaya yönelik yaptığı örtük-didaktik tavrı ve düzenlediği okul ortamı - içedönük birine zorla sosyalleştirmeye çalışmak, bir balığı ağaca tırmandırmaya benzeyen- yeni nesil bir dramaydı.
Toplum ideal olanı zorlar. İdeal olanı gerçekleştirir. Sosyal veya konuşkan olmak toplumun idealize ettiği şey, ancak gerçek olan sensin. Gerçek olan senin kendi içinde yaşadığın dünyanın güzelliği ve alameti. O kadar dışadönük olmaya çalışıyorsun ki kendi içedönük özelliklerinin kıymetini kaçırıyorsun.
Şimdi kısaca, aslında içedönüklüğün pekala normal bir şey olduğunu ve bunun sadece içe veya dışa dönük olmakdan ibaret olmadığı üzerinde duracağım.
İçedönük özellikler aslında genel hatlarıyla; mahremiyete önem veren, kişisel düşüncelerini herkese açmaktan pek haz almayan, dostlukları az ama derin olan, YALNIZ OLMAKTAN MUTLULUK DUYABİLEN, iyi bir dinleyici olan, olaylara hemen atılmadan biraz bekleyip düşünmeyi yeğleyen, derinlemesine bir ilgi alanı olan, dışsal motivasyonlardan ziyade içsel motivasyonlardan –yani hedeften ziyade süreçten- hoşlandıklarını söyleyebiliriz. Özellikle dışsal şartlarda (okul, aile, çevre) de desteklediği takdirde derinlemesine ilgi duyduğu alanda çok başarılı olabiliyorlar. O yüzden içedönüklük kaçılacak ya da aşılacak bir engel değil, doğru yönetildiğinde; üzerine farklı davranış katmanları ekleyerek büyüyebileceğiniz bir temeldir.20. Yy psikoloji kavramsallaştırmasında Carl Jung, bu konuda içedönüklüğü; enerjisini içe yönelten, dışadönüklüğü ise enerjisini dışa yönelten kişi olarak ele alıyor ve haliyle bir kişinin sadece ikisinden biri olamayacağından bahsediyor, sadece yüzde yüz bir kısmında olan birinin tımarhanede olacağını söylemeyi de ihmal etmiyor. 19. Yüzyıl sanayileşmesi ve şirketleşmeye önem veren Amerika dünyasının özellikle üzerinde durduğu bir nokta var. Sen her an iyi bir izlenim bırakmalısın ve her an kendini satabilmeyi bilmelisin. Özellikle kişisel gelişimin seyrini de belirleyen bu düşünce; Etkili Konuşma Sanatı, İnsanları Etkileme Sanatı, Stratejik İkna gibi alanlarda yazılan kitaplarla kendisini gösterdi. Bunlar 19. Yy Karakter kültürünün inşa etmeye çalıştığı; onur, görgü, iyi vatandaş olma, vazife, dürüstlük gibi içsel erdemi destekleyen düşüncelerden bağımsızdı. Karakter kültürünün inşa etmeye çalıştığı şey kişinin temelde yalnızken, kimsenin onu görmediği takdirde dahi iyi biri olmasıydı. Ancak 20. Yy kişilik kültürü, kişinin her an kendini icra etmesini; diğerini etkilemesi, alımlı, coşkulu, büyüleyici, enerjik olmasını öğütlüyordu.
Perspektifi değiştirmek, biraz doğuya -bizim doğumuza- uzak doğuyu gitmek de fayda var. Asya ülkeleri bilindiği ve yansıtıldığı haliyle oldukça sessiz ve konuşmamaya önem veren ülkeler. Öyle ki konuşarak, kelimelerle bazı anlamların öldürülmesinden de rahatsız oluyorlar. Asya ülkelerinde sessiz kişiler derin düşünen, bilge, güvenilir, kibar kişiler olarak algılanıyorken, genel olarak Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da sessiz, içedönük kişiler; yetersiz, karasız, “loser”, liderlik yapamayacak kişiler olarak algılanıyor.
Az önce de ifade ettiğim gibi toplumun idelaize ettiği kişilik tipi var ve hemen hemen herkesten bu role uymasını bekler. Bu bizim ülkemiz içinde geçerli. Konuşkan, atılgan, “uyanık” olmaya, ağzının laf yapmasına önem veren bir toplum olarak içedönükler için idealize edilen davranışlar ile oldukları kişi arasında fark var gibi görünüyor. Carl Rogers’ın sözleriyle “ideal benlik ile gerçek benlik arasındaki fark ne kadar artarsa kişi o kadar mutsuz olur.” İdealize edileni toplum oluşturur, evet bir yere kadar da öyle olmanız için baskı oluşturur ancak temelde idealize ettiğiniz, olmak istediğiniz kişiyi siz belirlersiniz. Bir içedönük için bu roller ve onun yarattığı baskı, sosyal kaygı olarak tanılaştırılıyor. Ne kadar ironik değil mi. Ağaca tırmanamıyorsunuz diye sosyal kaygınız olduğu söyleniyor. Üstelik yüzdüğünüz denizlerin ne kadar derin olduğuna bakmadan. Bu konuda okuduğum makalede geçen Marsha Pinto’nun okulunda ki hocalarının tutumlarına karşılık yazdığı şu sözleri çok değerli buluyorum;
1.Sessiz olmak bizi daha az akıllı yapmaz.
2. Biz çözmeniz gereken bir sorun değiliz.
3. Bu cümleyi duymakla gelen duygu, “Konuşun! Sizi duyamıyorum.”
4. Grup projeleri gerçekten stresli olabilir.
5. Söyleyecek bir şeyimiz olmadığında konuşmayacağız.
6. Bir kişiliğimiz var.
7. Sessiz olmamız bizden vazgeçmeniz gerektiği anlamına gelmez.
Diğerlerinden de öte siz kendinizden vazgeçmeyin. İçedönüklük o kadar değerli ki. Dışadönük, sosyal ortamlar zamanla insanları yüzeyselleştiriyor, tek tipleştiriyor. İçedönüklük birinin en özgün taraflarını temsil ediyor. İnanın bana insanlarla beraberken değil de yalnız olduğunuz zamanlarda en özgün yönlerinizi besliyorsunuz. Sanki dolaylı yoldan tavsiye verdiğim düşüncesine kapılmayın lütfen, bu yine dışadönüklüğe teşvik anlamına gelebilir. Elbette dışadönük davranışlar kazanmak isteyebilirsiniz ancak bir dışadönüğe dönüşmenize gerek yok. Son satırlarımı Frederich Nietzche’den bir alıntıyla yapmak istiyorum.
“İnanın bana, ben de beklemeyi öğrenenlerdenim. Bunu gerçekten öğrendim. Ama benim öğrendiğim bekleyiş kendimi beklememdi. Kendimi beklemeyi öğrendim ama hepsinden önce nerede duracağımı, nerede gideceğimi, nasıl koşacağımı, nasıl yükseklere tırmanacağımı ve dans etmeyi öğrendim. Bana sorarsanız, uçmayı öğrenmek isteyen biri varsa, ilk önce ayakta durmayı, sonra yürümeyi, koşmayı, tırmanmayı ve dans etmeyi öğrenmelidir. Uçmak isteyenin olmazsa olmaz şeyleridir bunlar.
Ben sayısız dolambaçlı yoldan geçip sonunda kendi bilgeliğime vardım. Ne zaman ki gözlerim kendi uzaklarıma daldı, işte o zaman ipten merdivenlere çıkıp yükseklere tırmandım. Yol sormayı sevmem ben kimseye, ben yolu yollara soranlardanım.”