DİN VE PSİKOLOJİ

Burak Bayık
Din nedir? Tanrı imgesi zihinde nasıl oluşur? İnsanlar bir grup oluşturup ruhani boyutda yükselmesi de nedir? Jung bize bunlardan; din, ruh, bilinçdışı ve en önemlisi tanrıdan bahsediyor. Gelin sizlerle Jung'ın araştırdığı bu mistik konuları nasıl psikolojik bir zemine oturtmuş ona bakalım.

JUNG' DA TANRI, DİNDE PSİKOLOJİ

Din tanımı ve oluşumu itibariyle oldukça sübjektif olup, kısaca tanrıya olan inancın ayin, ritüel, dua gibi etkinliklerle gösterilme biçimidir. Bireye ve topluma genel etik kuralları koyarak toplum saadetini amaçlar. Toplumun ihtiyaçlarına göre esnetilebilir veya var olduğu toplumun normlarına göre dizayn edilebilir. İnsanlara tanrıya yakınlaşma konusunda aracı olur, toplumların ortak bir payda da buluşmasını sağlayarak uzunca yıllar varlıklarını devam ettirmelerinin temel faktör olmuştur. İnsanlara bu hayatta bir amaç vermiş, ölümden sonraki sonsuz yaşamı vaat ederek bu hayatı katlanabilir kılmıştır. Din bir nokta da insanın kendisini tanrısallaştırmasıdır.

İsviçreli psikiyatr ve analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung, din problemi ile karşı karşıya gelen pratik psikoloji üzerine bazı değinilerde bulunmak amacıyla 1938 yılında Din Ve Psikoloji kitabını kaleme almıştır. Kitapta bu iki konunun birbiriyle ilişkisini, daha çok dinin insan davranışı ve deneyimi üzerindeki etkisini, kendi ifadesiyle "en azından gözlem düzeyinde her çeşit psikolojinin, dinin sadece sosyolojik ve tarihsel bir olgu olmadığını, aynı ilgi düzeyinde bağlantısının apaçık ortadaolduğunu" ve dinin çok önemli bir psikolojik yan teşkil ettiğini düşünmüştür. Bir psikolog olarak inançların ne yaptığının oldukça uzağında, bu ilişkinin insani yanına, özgün dini deneyim ile ilgilenmiştir. Düşünce olmaksızın deneyiminde olamayacağını savunan Jung, bu ilişkiyi de tamamen empirik(deneysel) bir bakış açısıyla değerlendirmiştir.
 
 Var olduğuna göre psikolojik olarak doğru olduğunu ve dinin insan zihninin en eski ve evrensel etkinliklerinden biri olduğunu düşünen Jung, dini; manevi veya uyanan dini bir duygunun dikkatli ve vicdani bir gözleminin sonucuyla varılan yani iradenin, istemin, keyfi etkinliğin sebep olmadığı dinamik bir varlık ya da etki, şeklinde tanımlamıştır. Belirli fikirler hemen her yerde her zaman vardırlar ve onlar kendilerini gelenek ve göçten bağımsız kılarak üretebilirler. Onlar birey tarafından yaratılmazlar , meydana gelirler. Hatta kendilerini bireyin zihnine dayatırlar bile. Onun yaratıcısı olmaktan ziyade kurbanı olan insan öznesini kontrol eder ve sınırlar. Bu empirik psikolojidir ve Jung’ ın çalışma alanı buradan kaynaklanan deneyimin psikolojik paradigmasını bulmaktır.

İnsanlar ritüel, ayin, törensel etkinliklerin pek çoğu; dua, efsun, kurban, kendine acı çektirme, yoga pratikleri gibi yalvarma veya şükran varyasyonlarının pek çoğu büyüsel doğanın belirli araçlarıyla "numinosumun"(manevi veya dini duygu uyandırmak; gizemli veya hayranlık uyandıran) etkilerini istedikleri zaman üretmek amacıyla düzenlerler. Jung ritüelleri bilinçdışının tahmin edilemeyen güçleriyle en güvenli ilgilenme yolu olarak görmüştür. Bunların dışında, harici ve nesnel ilahi amaç doğrultusundaki dini bir inanç daima etkinliklerden önce gelir ve inanç koşulları farklıdır. Burada din terimi ile itikattan farklı bir anlam kastedilmiştir.

Bütün itikatlar bir yandan numinosum deneyime dayalı, öte yandan da sadakat ve güven ile numinosumun belirli deneyimlerden sonra bilinçteki değişimlere gösterilen güven ve itimada bağlıdır. Jung; din terimi denilebilir ki numinosum deneyimiyle değişebilen bilince mahsus tutumu şekillendiren şey olduğu çıkarımını yapmıştır.

Dinler bazı dogmalara ve temel fikirlere dayanırlar. Henüz bütün değişiklikler ve gelişmeler , özgünolarak yaşanmış gerçekler çerçevesiyle sınırlıdır. Dogmanın 
kendine ait bir hayatı vardır ve alttan alta bir değişime ve gelişime uğramaktadır. Dinler veya inanç sistemleri bundan ötürü bir çeşit dogmatik norm ile duygusal bir değer içerirler. Örneğin Hristiyanlık; tanrı, kendini insanlık için feda eden İsa’ da tecelli etmiştir dogmasıyla var olmaktadır.
Din bize deneyimle dolaysız hissedişin yanında sağlam düzenlenmiş bir dogma ve ayin kuralları içinde seçilmiş uygun sembollerde koyar. Bir dinin en önemli sembolik figürü daima ahlakın ve zihnin içerildiği şeyi açıklar. Bir din için açıklaması en mühim olan varlık tanrıdır. Arketipik ( Kalıp, şablon,ilk tip şeklinde ifade edilen arketipler; gerçekte insan kültürünü oluşturan yapıtaşları olarak ifade edilebilirler) motifler sadece gelenek ve aktarmayla değil, aynı zaman da kalıtımsal olarak da taşınan insan zihninin yapılarından ve örüntülerinden türetilmiş şeylerdir. Arketip ,yapısal bir nitelik barındırmalı ya da bir şekide beyin ile bağlantılı olan psişeye(ruha) özgü bir durum olmalıdır. Dinsel motif veya sembollerde en çok karşımıza çıkan tanrı anlamına gelen dairedir. Şekillerin en yalını ve en mükemmeli bir noktada yatan küredir. Daire sonsuzluğu ve bölünmezliği ifade eder. Tanrı, merkezi her yer olan ve çerçevesi hiçbir yere değmeyenzihni bir figür olarak karşımıza çıktığına göre dairenin sembolik anlatımdaki önemi dinler için vazgeçilmezdir. Bu sembol Jung’a göre tanrının arketipik imgesinin kanıtı olarak sunulur. 

Jung bize psişeden (ruh) bahseder. Psişe, insan zihninin, bilincin ve bilinçdışının tamamıdır. O vardır fakat fiziksel olarak değil. Onu duyumsarız, hissederiz, yaşarız ancak göremeyiz, duyamayız. Bizim varlığımızı mümkün kılan, varlığın dolayımsız bildiğimiz biçimi psişiktir. Fiziksel varoluş sadece bir tümdengelimdir. Çünkü maddeyi ancak duyular yoluyla aktarılan psişik imgeleri kavrayabildiğimiz sürece bulabiliriz. Dışarıdaki arşimedyan noktanın eksikliğine bağlı olarak zihnimiz varoluşun, kendi biçimini kavrayamamasına rağmen yine de vardır. Sadece var değildir, varoluşun ta kendisidir. Bilinçle aynı şey olmayan psişe, kendini bilince dayatan özerk bir gelişme olduğu şeklinde varlığını ve tanımlamasını yapmıştır.

Burada kısaca bilinçdışından bahsetmekte yarar var. Bilinçdışı; Sigmund Freud’un psikanaliz kuramında geliştirdiği bir kavram olup, bilincin dışında gelişen etkinliklere verilen isimdir ve ruhun baskı altında tuttuğu güçlü istek ve arzularla beraber oluşturduğu düşüncelerin bilinç düzeyine ulaşamayan bölümüdür.Bilinmeyen unsurlar bizim bilinçdışı dediğimiz şeyi oluşturmaktadır. Bu unsurlar hakkında bizim doğrudan fikirlerimiz yoktur. Bizim sadece onların etkinliğini gözlemleyebileceğimizi söyleyen Jung; insanların çoğunda bilinçdışının muhtemel içerikleriyle alakadar olan ilkel Desidemonia (şeytana inanma) çeşidi bulunmakta olduğunu, insanın bütün doğal utangaçlığı, hayanın, zerafetin, ötesinde bilinmeyen ruhun tehlikelerinin gizli / kutsal bir korkusu olduğunu düşünmüştür. Bununla beraber insanın neden bilinçdışı zihninde mesken tutan gayrişahsi güçlerden korkması gerektiğinin yeterli sebepleri vardır. Biz bu güçlerin bilincinde değilizdir. Zaten Jung’da bilinçdışı zihnin sadece bireyin benliğinin kişisel bilinçdışı olduğundan emin değildir. Çünkü bilinçdışının bizatihi anlamı, benim onun bilincinde olmadığım anlamındadır. Bilinçdışı kompleks veya varyasyonlar hemen hemen hiçbir zaman bizim kişisel ilgilerimizde ve normal şartlarda tezahür etmezler. Sınırları belirsiz psişik kişiliğin bütünlüğünün bir merkezi olan üstten düzenli bir ‘ben’e tabi ya da onun tarafından içerilen bir şey olarak görmenin mümkün olabileceğini söyler Jung. Öte yandan “kalabalık içerisindeki insan bilinçsizce; manen ve zeka düzeyi olarak gerilemekte, bilinç eşiğinin altına inmekte, kalabalığın oluşumunun tahrikiyle her an baştan çıkarılmaya hazır hale gelmektedir ve bunun sonucu olarak insan kalabalıkları toplanır bir güruh teşkil ederlerse, kollektif insanın itici güçleri, o güruhun bir parçası oluncaya kadar içinde uyumakta olan özgür hayvanları ve şeytanları uyandırır. Kollektif güçlerin patlamasıyla gelen karakter değişimi şaşırtıcıdır. Şurası bir gerçektir ki nevrozda olduğu gibi akli araçlarla üstesinden gelinemeyen bir gücü, zihinde uyarmak gereklidir. Uyarılmamış bu güç komplekslere sebep oabilir. Komplekslere karşı kendi bilinçli kişiliğinin özerk gücü olması çok daha iyi olacaktır.

Jung, dogmanın ; bilinçdışının yaşayan sürecini kurtulma, adama ve nedamet draması biçiminde açıklamakta olduğunu; bununla beraber bilinçdışının, objektif psişesinin özerk ve eşzamanlı etkinliklerini yansıtan bir rüya gibi olduğunu aktarır.



Gelelim primitiflere ve korkularına. Bilinç başlangıçta oldukça istikrarsız bir şey olmalıydı. Nispeten primitif olan toplumlarda bilincin kolaylıkla nasıl kaybolabildiğini görebiliyoruz. Ruhun tehlikelerinden bir tanesi, söz gelimi; ruhun kaybolması, psişenin bir bölümünün tekrar bilinçdışına itilmesi durumudurSıradan bir heyecan bile, kayda değer bilinç kaybına sebep olabilir. Bu az ya da çok yıkıcı toplumsal etkilerle birleşerek oluşan bir vecd halidir. Savaş danslarında primitifler kendilerinde geçebilirler, öyle ki kan bile dökebilirler. Bundan dolayıdır ki primitifler kibarlığı, alçak sesle konuşmayı, silahları indirmeyi, yere çömelmeyi, kafayla selam vermeyi, avuçlarını göstermeyi kutsarlar. Jung bizim kibarlık biçimlerimizin de muhtemeldir ki psişik tehlikelerin dini yanını göstermekte olduğunu söyler. Primitiflerin hayatı bilinmeyene karşı çok hassas ve itaatkar olmakla birlikte psişik tehlikelerin pusudaki olanaklarına daima hazır olmakla koşullandırılmıştır. Bu riskleri azaltmak için koyulan teşebbüsler ve uygulamalar türlü türlü olmakla beraber tabuların oluşumunun zahiri etkileriyle bizleri karşı karşıya getirirler. Çok sayıdaki tabu psişik bölgeleri sınırlamakta, tehdit etmektedir. Bu tabular psişenin korkuya endekslenmiş çıkarımlarıyla var olmuştur.

TANRI VE İMGESİ 

Din sistemindeki en büyük güç olan psikolojik unsur tanrıdır. Çünkü tanrı diye adlandırılan bu şey en başat unsurdur. İnsan tanrı ile selamet sağladı, kendi iradesini kurban etti ve kendini tanrı iradesine boyun eğdirdi. Tanrı bireyin bilincini tanımlayamayacak kadar büyük bir alana yayılan bilinçdışı psişesinin kuşattığı bir şey üzerine kuruludur. Tanrılar önceden insan üstü güçte ve güzellikte doruğu karlı dağlarda, denizlerin, ormanların ve mağaraların karanlıklarında yaşarlardı. Sonradan hepsi ve her şey tanrı oldu, derken bu tanrı insan oldu. Ama günümüzde tanrı-insanlar bile tahtından düşmüş ve kendini ortak tanrı da eritmiştir. Bilinçdışı hapsolunmuş, gizlenmiş, kişi üstüleştirilmiş ve soyut sembollerle ifade edilen ilahlaştırılmış insan fikri üretecektir. İnsan tanrıyla yer değiştirmiştir.


İlk bakışta materyalist hata muhtemelen kaçınılmaz görülüyor. Çünkü tanrının tahtı yıldızların arasında keşfedilmemişti, dolayısıyla bunun anlamı tanrının hiçbir zaman var olmadığı idi. İkinci kaçınılmaz hata ise psikolojimiz idi. Eğer tanrı hiçse, o zaman tanrılar bazı nedenlerden, örneğin; söz gelimi güç isteminden ya da bastırılmış cinsellikten çıkarsanmış bir sonuç olmalıydı. Bireysel psişede ki güçlü ve kati unsur, tanrının insandan istediği kulluk ve feda edişi, inancı ve korkuyu çıkarır ortaya. Böylelikle despotik ve zorunlu olan her şey tanrı olur. Özgürce seçilmiş ahlaki bir tercihle, kişi bu doğal fenomene karşı eş değer güçte bir konum inşa etmeye muktedir olmazsa mutlaklaşmaya başlar. Psişik pozisyon eğer mutlak etkiyi sağlayabiliyorsa, o zaman kesinkes tanrı olarak adlandırılmayı hak etmiş demektir. Daha ötesi, bunlar ahlaki kararın özgürlüğünden, yani zihinden kaynağını aldığından ruhi bir tanrı olur. Bunun içindir ki insanlar tanrının ruh mu yoksa morfin bağımlılığı gibi doğal bir fenomen mi olacağını seçmede, yani tanrının velinimet olarak mı yoksa yıkıcı bir güç olarak mı faaliyet göstereceğini seçmek de özgürdür.

Hakikat şudur ki biz efendisiz özgürlükten tat alamayız. Jung sürekli olarak doğal fenomen kisvesinde her an sahiplenen psişik faktörlerin tehdidi altında olduğumuzu düşünüyordu. İlkeler ve güçler daima bizimle beraberdir, becerebilsek bile onları yeniden yaratmaya ihtiyacımız yoktur. Bize düşen sadece; seçmediğimiz diğer efendilere karşı bizim koruyucumuz olsun diye, kulluk etmeyi arzuladığımız efendiyi seçmektir. Biz tanrıyı yaratmayız, onu seçeriz. Seçimimiz tanrıyı tanımlamasına ve nitelemesine rağmen, insan yapımı olmaktan ve tanımının sonlu, kusurlu olmasından kurtulamayacaktır. Çünkü mükemmel fikri bile mükemmelliği ikame edemez. Tanımlama bir imgedir ve bu imge açıklanabilirlik alanına işaret etse de bilinmeyen gerçeği açığa çıkartamaz. Aksi takdir de tanrı yaratmış olduğumuzu söyleyemeyiz. Belki de Nietzsche’ nin insanlığa bahşettiği fikir buradan kaynaklanıyordur. Bize tanrının öldüğünü söylerken imgemizden ayrıldığını kast ediyordur.

Jung, sözlerini biraz daha optimist bir şekilde herkesin dini deneyim üzerine ne düşünürse düşünsün, gerçek saf deneyime ve içsel huzura sahip olan, ona bir hayat, anlam ve güzellik kaynağı temin eden, dünyaya ve insanlığa muhteşem çehre kazandıran büyük bir hazineye; inanç ve barış sahibi olacağı şeklinde bitirir.

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)